Site icon Müzikonair

Beni Eleştirenin Ağzını Yüzünü Kırarım!..

Memleketteki bütün televizyon kanallarında, kürsülerde, meydanlarda yedi gün yirmi dört saat höyküren birine maruz kalarak büyümüş bir neslin sağlıklı bir ruh haline sahip olmamasını anlayabiliyorum. Biz bile, yaşını başını almış halimizle travmalardan travma beğendik yıllardır bu durum nedeniyle. O ter ü taze çocuklar ne yapsın? Rol modelleri buydu. Bunu öğrendiler. Şimdi hepsi sadece kendi doğru bildiğini doğru sanıyor, daha da fenası kendi doğru bildiği sahiden doğru olsa bile, başka bir doğruya inananları sadece doğrusuna değil, hayattaki varlığına bir tehdit gibi algılıyor. Ölümüne yok etmek, paramparça etmek, kafasını ezmek, yeryüzünden silmek istiyor. Böyle başlıyor “fan” savaşları.

Çocukluğumdan, ilk gençliğimden beri hayran olduğum, sonrasında bir şekilde tanışıp görüştüğüm, yakın olduğum, evinde oturup yemekler yediğim, sohbet ettiğim ünlüler var ama ben hâlâ onlara “siz” diye hitap ediyorum. Yaşım 46. Ama kendi kızımdan bile küçük çocuklar, Twitter’da benle senli benli konuşuyor. Samimi görmenin, “abi” yerine koymanın senli benliliğinden bahsetmiyorum. Saplantı halinde sevdiği bir şarkıcı için yazdığım bir cümle, iki cümle ya da bir yazıyı beğenmediği için, fütursuzca, edepsizce bana saydırırken kullanıyor bu üslubu. Benim kim olduğum, ne olduğum, nereden gelip nereye gittiğim önemli değil o dakika. Bir düşmanım onun gözünde. Sevdiği şarkıcıyı kıskanan bir meczup, bir işsiz güçsüz, bir boş konuşanım. Bir “nifak tohumu”, belki de bir “dış mihrak”ım. “Bunlar”ım ben!  Teröristim!

Hani geçenlerde Gerard Depardieu’nun kendi ülkesini terk etmek üzerine söylediklerini Türkiye için algılayıp saydıranların yorumlarına güldük ya hep beraber. Hiç gülünecek bir şey değildi oysa. Yeni bir şey de değildi. Bunu nicedir hepimiz yaşıyoruz sosyal medyada.

Sözgelimi sadece Gülben Ergen’in sosyal medya paylaşımlarının altına yazılan yorumları okuyarak bu konuda kapsamlı bir tez yazabilmek mümkün. Ne Ali’ye yaranabiliyor, ne Veli’ye. Çocuklarının resmini paylaşsa ayrı dert, Atatürk resmi paylaşsa ayrı, kocasıyla resmini paylaşsa ayrı olay, şehitlerden bahsetse ayrı… Her birinde başka bir kesim coşuyor. Seversiniz, sevmezsiniz, beğenir, beğenmezsiniz, hatta yazılanların bazılarına hak verirsiniz bazen, o ayrı. Ama bu durum Gülben Ergen’in popüler bir figür olması, çok görünür olması, samimi ya da samimiyetsiz bulunması, sevilmesi ya da sevilmemesiyle açıklanabilecek kadar basit değil. Ortada patolojik bir durum var. Sadece bahse konu yorumları yazanların ruh halleriyle de ilintili değil; bütün bir ülkenin sosyolojisiyle ilgili, karmaşık, kördüğüm bir mesele var ortada. Herkes birbirinden nefret eder durumda. Ve ilk paragrafta bahsi geçen “fan savaşları”, bu tablonun en masum görünen ama aslında belki de en fazla ciddiye alınması gereken kısmı.

Çünkü neden? Siyasi kutuplaşmaları bile anlayabilirsiniz. İnsanoğlu var oldu olalı iktidar mücadeleleri, görüş ayrılıkları ve inanış farklılıkları beraberinde siyasi kutuplaşmaları getirmiştir. Ama belirli bir siyasi olgunluk ve demokrasi bilinci yerleştiğinde, kendi gibi düşünmeyen, kendi inandığına inanmayanlarla bir arada yaşamayı öğrenir insanlar. Bu umut vardır. Ama bizim elimizdeki tablo daha hazin. Kahvaltıda beyaz peynir yiyen, kaşar peynir yiyeni öldürebilir bir zaman sonra. Ya da Murat Boz seven, sevmeyeni. Gülmeyin. Hiç uzak ihtimal değil. Yani görüş ayrılığı denen şeyin en arkaik noktasındayız milletçe. Daha fenası, çok genç yaştakilerde, tazecik beyinlerde bu hâl tamamen kronikleşmiş durumda.

Artık tartışılması gereken bu duruma nasıl geldiğimiz değil; bu durumdan nasıl kurtulacağımız. İşte orada iş bize düşüyor. Yani sağduyu nedir bilerek büyütülmüş ve hâlâ o bilgisini yitirmemişlere. Farklı düşünceye, eleştiriye tahammülü, kabulü, sorgulamayı, sormayı, nezaketi elden bırakmamayı öğretmek lazım… İnadına daha eleştirel, inadına daha sorgucu ama bir o kadar da nazik olmamız lazım.  Cehalet, öğrenim görmemişlikle değil, öğrenilen bilgiyi hayata geçirememekle ilgili bir şey çünkü. Öğrenilen bilgi hayata nasıl geçirilir? Yaşayarak, görerek, izleyerek… Bu yüzden bu durumdayız. Bunu gösterdiler bize yıllardır. Bu yüzden cahilleştik ve daha bilmem kaç yüz tane üniversite açılsa da memlekette, bu cehalet kolay gitmeyecek.

“Beni eleştirenin ağzını yüzünü kırarım!” demekle “Beni eleştirdiğiniz için teşekkür ederim,” demek arasındaki farkı er ya da geç öğreneceğiz. Ya da “Böyle düşündüğün için benim düşmanımsın,” yerine “Benim düşüncem senin farklı düşüncenle anlam kazanıyor, sayende benim gibi düşünmeyenlerin neler düşündüğünü öğrenebiliyorum; iyi ki varsın,” diyebilmeyi. Bu hayatı, bu dünyayı, bu ülkeyi bir arada yaşayarak paylaşmanın başka yolunu bilen varsa, buyursun söylesin.

YAVUZ HAKAN TOK, MÜZİK ON AİR, EYLÜL 2015, İSTANBUL 

Exit mobile version