Yavuz Hakan Tok Demet Akalın’ın Harbiye konserini tüm detaylarıyla yazarken, ünlü şarkıcı hakkındaki olumlu ve olumsuz eleştirilerini de esirgemedi.
Ünlü eleştirmen: “Radyoların sürekli Demet Akalın çalmasını ve hiç “rap” çalmamasını eleştirmek için yazılmış bu şarkının Demet Akalın’a saygı şarkısına dönüşmüş olmasındaki ticari zekayı alkışlamakla yetiniyorum” diyerek farklı bir noktaya parmak bastı.
İşte O Yazının Tamamı:
“Hiii, Gülşah Saraçoğlu mu o?” dedi kızın biri. Nasıl mutlu, nasıl heyecanlı! Yüzünü görmedim, kimdir, kimin nesidir bilmiyorum, sadece sesi çalındı kulağıma. Sesindeki sevinç, coşku içimi titretti. Açık Hava’nın kulis kapısından çıkıyorduk. Demet Akalın’ın “fan”ları bekleşiyorlardı. Onlardan biri Gülşah Saraçoğlu’nu görmüştü. Ünlü görmenin sevinci havai fişek gibi patlamıştı sesinde. Benimse gözümün önünden hâlâ pullar, payetler, simler, neonlar, fosforlu pembeler, turuncular geçiyordu. Müziği bırakabilirdim. Kafam şişmişti.
Magazinciler kesti yolumu. Kameralar, flaşlar, mikrofonlar sardı çevremi bir anda. “Çocuklar çok yorgunum şu anda, çekmeyin lütfen,” dedim ama dinlemediler. Mecburen ayak üstü röportaj yaptık.
Yavuz Bey, Demet Akalın’ın Harbiye Açık Hava konseri sizin için bir renk olsaydı, hangi renk olurdu?
_Pembenin 50 tonu.
Yavuz Bey, Demet Akalın’ın Harbiye Açık Hava konseri sizin için bir şarkı olsaydı, hangi şarkı olurdu?
_İnleyen nağmeler ruhumu sardı.
Yavuz Bey, Demet Akalın’ın Harbiye Açık Hava konseri sizin için bir yemek olsaydı, hangi yemek olurdu?
_Yaz türlüsü.
Şaka şaka… Öyle bir şey olmadı tabii. Magazinciler beni neden kâle alsın; sivri sivri, büyük büyük laflar edebilen birisi değilim ki, sırf sivri sivri büyük büyük laflar edeyim diye benimle “röportaj” yapsınlar. Hem az önce çıktığımız kapının arkasındaki “lounge”da Selin Ciğerci var, Fatih Ürek var, Alişan var, Emel Müftüoğlu, Simge, Gökhan Tepe, Ayla Çelik, Merve Özbey, Cansu Kurtçu… Bana gelene kadar ohooo…
Üç saat kadar önce aynı kapıdan içeri girmiştik. Girerken neyle karşılaşacağımı tam olarak kestiremiyordum. Hayatımda ilk kez bir Demet Akalın konserine geliyordum. Özellikle gelmek istemiştim. Hayır hayır, matrak bir yazı çıkarmak için değil; sadece ANLAMAK için. Ama işte ne demiş Ortaçgil: “Anlamak çözmeye yetmez.” Haklıymış. Yetmedi.
Öncelikle şunu gördüm: Ciddi bir izdiham vardı. Hem seyirci tarafından böyleydi bu hem protokol / davetli tarafında. Kıyaslamak gibi olmasın ama bugüne dek (gittiğim konserler arasında) ben bunu bir tek Kenan’da gördüm. Yani öyle “Harbiye’yi dolduramaz, gelenlerin çoğu davetlidir, şudur budur,” filan değil durum. Demet’i gerçekten görmek, izlemek, dinlemek (artık hangisini hangi yüzdeyle onu bilemem ama) isteyenlerin sayısı azımsanacak gibi değildi. Gözlerimle gördüğüm o iştahlı ve diri ilgiyi kafa sayısıyla ölçmek de hata olur aslında; orada başka bir şey vardı ki yazının başında analiz kasmamak için o konuyu satır aralarına sıkıştıracağım.
Bir belediye otobüsü sıkışıklığındaki protokol sandalyeleri arasında yerimizi aldığımızda ortalık fıkır fıkır kaynıyordu. Bir sirkülasyon, bir hareket, bir pazar yeri kalabalığı. Hani pahalı markaların kıyafetleri ucuza satıldığı için “sosyete pazarı” denilen pazarlar vardır ya… Sanırsınız Gülşah Saraçoğlu’nun tasarımları üçe beşe satılıyor Açık Hava’da da üşüşmüş insanlar. Yok tabii öyle bir şey. Her faninin öyle kolayca erişebileceği tasarımlar değil onlar; en fazla sahnede görürüz birazdan, bakar bakar yutkunuruz. Ben mesela öndeki birkaç kişinin elinde gördüğüm Bülent Ersoy’un mikrofonuna benzeyen kahve termoslarına bakıp bakıp yutkunuyorum konser başlamadan önce. Canım kahve istiyor. Ne ki yerimden kalkıp kahve alacak takatim yok. Kalabalıktan yoruldum şimdiden. Zaten ışıklar karardı, konser başlıyor.
Video bitince müzik başlıyor ve perde açılıyor. Demet sahnenin üstünde asılı, gümüşi bir hilalin üzerine oturmuş, baştan aşağı ışıltılı pembeler içinde “Dans Et”i söylerken hilal yavaş yavaş aşağı iniyor. Sahnenin duvarlarını boydan boya kaplayan “led” ekranlar rengârenk, sahne üstünde deli bir enerjiye dans eden dansçılar da öyle. Müziğin sesi olağanüstü yüksek ya da en azından benim oturduğum yerden öyle duyuluyor. Daha ilk birkaç dakikada basların bam bamından böbreküstü bezlerim yer değiştiriyor. Ne gam! Bedenim kendisine önümüzdeki kış yetecek kadar fosfor depolayabilir doya doya. Sahneden akan renkler buna çok müsait.
O karambolde sahne önündeki, orkestra çukuruna kadar inen duvarların da “led” ekran kaplı olduğunu görüyorum. Gayri ihtiyari eğilip ayaklarımın altına bakıyorum. Yok, hayır, zemin “led” kaplı değil.
Demet ha bire “Durma dans et, durma dans et,” diyor şarkı icabı. Ne dediği pek anlaşılmıyor; müzik o kadar baskın ki… Şarkıyı biliyoruz nasılsa, pek dert etmiyoruz. Demet güzelce koklamış, almış işte bu şarkıyı zamanında, e “hit”de olmuş, daha ne olsun? Derken gümüşi hilâl iyice zemine yaklaşınca Demet üzerinden iniyor. Baştan aşağı pembe ışıltılı tulumunun üzerine belinden bağlı, tüllerden yapılmış kat kat, kuyruklu bir etek var. Belki bunun bir teknik adı vardır ama ben moda terminolojisine hâkim olmadığım için Gülşah Saraçoğlu’ndan özür dileyerek böyle tanımlıyorum. Kaldı ki hâkim olduğum herhangi bir terminolojiye sığdıramayacağım kadar alaca bulaca bir cümbüş var sahnede.
Şarkılarda belirgin bir şekilde altyapı kullanılıyor. Öyle ki koca orkestra bir “dj” gibi çalıyor. Şarkının biri bitiyor, bir diğeri başlıyor. Her bir şarkı, 10 yıllık 15 yıllık şarkılar bile albümde nasıl duyduysak öyle. “Af Edersin” öyle mesela. Hemen ardından gelen en yeni klip şarkısı “Esiyor” da öyle.
Yanımda oturan Ege (kızım) bana dönüp “Ne biçim şarkı bu?” diyor “Esiyor” söylenirken. “Aman üşütürsün sırtını ört,” filan gibi laflar tuhaf geliyor tabii. Kızcağız 7 senedir Rönesans’ın doğduğu şehirde yaşıyor; “atar gider”se bizim öz, hakiki, yerli ve milli değerimiz. Çocuğumu gelenek ve göreneklerimize uygun yetiştiremedim mi diye endişeye kapılıyorum bir an. Bunu ona söylemiyorum tabii. Gülümsüyorum sadece.
Derken Demet konserin ilk konuşmasını yapıyor. “Herkesi görüyorum,” diyor. “Teee en arka sıralara kadar geleceğim, merak etmeyin,” diyor. Bunca yıllık başarısını oracıkta, tek cümleyle özetliyor aslında. Demet ara sıralara hitap etmeyi iyi biliyor. Gücünü o arka sıralardan alıyor.
Sonra sahne kararıyor ve sahnedeki ekranda beliren yazıları sesli olarak da dinliyoruz salonda. Demet Akalın ile Hira’nın telefon konuşması bu. “Ne zaman geleceksin?” diye soruyor Hira annesine. O da çalıştığını, hemen gelemeyeceğini, Hira’nın onu beklememesini, yatıp uyumasını söylüyor. Hira karşı çıkıyor ve “Ben seni bekleyeceğim,” diyor. Hira o sırada birkaç sıra ön tarafımda oturuyor ama yüzünü göremiyorum. Yine de bu ânı ömrü boyunca unutamayacağını tahmin edebiliyorum. Demet’in anneliğini saklamadan, sakınmadan yaşayabiliyor olmasını da onaylamakla beraber, magazincilerin Hira’ya mikrofon tutmasına izin verilmesini doğru bulmuyorum. Niye bana değil de Hira’ya mikrofon tutuyorlar mesela? Kıskandığımdan değil; çocuk, annesinin şöhretini bir travma gibi yaşamasın diye… Bende öyle bir ihtimal yok en azından.
Hira ile diyalogun ardından sahneye çocuk dansçılar çıkıyor ve çok tatlı bir şov yapıyorlar. Kimler, kimin nesiler belli değil; onu ancak eve dönüp biraz sosyal medya kurcalayınca öğreniyorum (Konser yazmanın bir de bu konser sonrası araştırma kısmı var yâni kolay değil bu işler dostum.) Meğer o çocuklar Tolga Han Dans Kursu’nda dans eğitimi alan çocuklarmış. Hatta Demet Akalın her bir çocuğa sırtında Demet Akalın yazan (ve elbette pembe) sabahlıklar hediye etmiş. Etmiş de biz onların kim olduğunu öğrenemiyoruz konser sırasında. Geliyorlar, dans ediyorlar, gidiyorlar ve onlar gider gitmez “Evli Mutlu Çocuklu”nun başlamasıyla birlikte sahneyi koca kafalı gelinler basıyor.
Belki bunun da günümüz kına gecesi kutlamaları terminolojisinde bir karşılığı vardır ama ben “teeeee” 26 yıl önce evlendiğim için bilmiyor olabilirim, mazur görün. Bana göre onlar ellerinde kocaman tüyler ve gelinlik benzeri kostümleri, bir zamanlar çok moda olan Bratz bebeklerine benzeyen ifadesiz maskeleri ile koca kafalı gelinler. 4 koca kafalı gelinle birlikte sahneye gelen Demet Akalın da az önce gittiği gibi geliyor yine; kostüm değiştirmeden.
İlk ya da ikinci şarkıdan sonra sanırım, tulumunun üzerine bağlı tül eteği çıkarmış, çıkarırken de zerre abartmamıştı. Etek nasıl abartılarak çıkarılır diye sormayın bana. Hiç mi Bülent Ersoy izlemediniz, Ajda Pekkan izlemediniz sahnede? Bir kostümün bir parçası nasıl bir edayla, bir çalımla çıkarılır, o ân nasıl bir törene dönüştürülür hiç mi görmediniz? Bizim kızsa doğrudan eteğin bağını çözdü, bir kenara bırakıverdi, iki saniye içinde. Üzerine tam oturmayan ışıltılı tulumuyla kaldı öylece. Ya “manken” olarak anılmaktan sıkılmıştı yıllar içinde ya da şarkı koklamaktan kostüm taşımayı unutmuştu, ne bileyim ben.
“Evli Mutlu Çocuklu”nun çalındığı herhangi bir yerde insanları coşturmadığına hiç şahit olmadım. Şöyle ya da böyle şarkının bir gideri, bir “aura”sı var, haliyle kayıtsız kalmak mümkün değil. Zaten konserin başından beri tempo hiç düşmemiş, tepe sersemi olmuş vaziyetteyiz. Emin değilim ama bu şarkı komple “playback” gibi geliyor kulağıma mesela. Ara ara olacak bu. Bazı şarkılarda Demet’in sesi çok net ve temiz duyulacak. Ne önemi var ki? Her şarkıyı herkes söylüyor zaten. Herkes çağıl çağıl bir sesi olmadan da şarkı söyleyebilmenin özgürlüğünü, özgüvenini yaşıyor. Bu böyle bir ayin.
Nitekim sıradaki şarkı “Çalkala” da aynı efekti devam ettiriyor. Derken hooop, ekranda Ben Fero beliriyor ve “Demet Akalın” şarkısı başlıyor. Ben Fero Bey’in sahneye geleceğini sanıyoruz o dakika ama gelmiyor. Şarkının bir kısmı çalınırken Demet ve dansçılar dans ediyorlar sahnede. Ne oldu, niye oldu, bu neydi şimdi derken “Kulüp” başlıyor, ona da eşlik ediliyor haliyle. Şu anda kulüpteyiz, evet ve keyfimiz yerinde. Kimse arasa duyacak halde de değiliz ve hatta kulaklarım doğduğumdan beri durdukları yerdeler mi hâlâ, ona emin değilim. Öyle böyle değil, basların bam bamından düşmüş olabilirler bir yerlere. Ama kulüp dediğin de başka nedir ki zaten? Gitmesek de görmesek de o kulüp bizim kulübümüzdür. Yoksa bu şarkıyı niye bu kadar benimsesin bu izleyici?
Bu şarkıdan sonra aklına geliyor Demet’in “Ben Fero’nun şeysini niye izleyemedik biz?” diye soruyor teknik masaya doğru. “Onu bir göstersenize tekrar.” Meğer video az önce yarım kalmış. Devamında Ben Fero bir şeyler söyleyip, “Ablaya selam,” diyormuş. Konsere gelemediği için çekmiş bu videoyu. Ne Ben Fero’nun söylediklerinden bir şey anlıyorum ne de şarkının ikinci kez çalınıp Demet ve dansçıların ikinci kez dans etmesinden. Radyoların sürekli Demet Akalın çalmasını ve hiç “rap” çalmamasını eleştirmek için yazılmış bu şarkının Demet Akalın’a saygı şarkısına dönüşmüş olmasındaki ticari zekayı alkışlamakla yetiniyorum.
Derken sahnede kimse kalmıyor. Derken beklenmedik bir şekilde Simge’nin sesi duyuluyor karanlıkta ve “Öpücem” şarkısıyla Simge sahneye geliyor. O da tıpkı çocuk dansçılar gibi zırt diye geliyor, zırt diye gidiyor ne bir anons ne bir şey… Ama biz de az çakal değiliz, anlıyoruz onun gecenin konuk sanatçısı olduğunu. Simge her zamanki gibi, su gibi duru, tertemiz ve capcanlı şarkısını söyleyip “Eylül’de görüşmek üzere,” diyerek veda ediyor. Eylül’de Açık Hava’da bir Simge konseri mi demek bu? Çakalız ya, onu da anlıyoruz hemen.
Sonrasında Demet bu kez Swarowski taşlarla süslü, farklı bir kostümle sahneye geliyor ve “Türkân” başlıyor. Alın size bir başka dillere marş olmuş Demet Akalın şarkısı daha. Kadın koklamış abi, yapacak bir şey yok. Bir de bu şarkıda muhtemelen İspanya kırsalından yola çıkmış ama gelirken Yunanistan’a da uğramış, çingene mi desem, efe mi desem, ne desem bilemediğim kostümleri ve dans stilleriyle dansçılar şenlendiriyor ki şarkıyı, seyirci hop oturup hop kalkıyor.
Ertesi sabah Gülşah Saraçoğlu televizyonda bir magazin programına katılıp uzun uzun anlatacak Demet’in giydiği iki kostümü. Bir üçüncüsünün de olduğunu ama Demet’in sıcaktan bunalıp onu giymekten vazgeçeceğini söyleyecek. Taşlı kostümün kaç kilo olduğunu filan anlatacak… Detay detay konuşulacak konser; kostümler üzerinden tabii. Magazin programına orkestra şefi Erhan Bayrak’ı çağırıp konseri müzik üzerinden konuşacak değiller ya. Nerede görülmüş?..
“Türkân”ın ardından ilk defa tempo düşüyor ve “Nasip Değilmiş” söyleniyor. Şarkının “Yok bir sitemim, hayatta her şey kısmet” kısmını bilmeyen ve herhangi bir yerde çalındığında eşlik etmeyen de yâni ne bileyim gitsin Norveç fiyortlarında filan yaşasın. Bu bizim bir geleneğimiz, ananemiz, töremiz adeta. Yandan yandan Ege’ye bakıyorum. Az çok Demet’in 2000’li yıllarına hâkim ama bu şarkıyı bilmiyor mesela. Bir baba olarak üzülüyorum.
Şarkı boyunca “sana hakkımı helal ettim” deyip, sonunda “haram ettim” deniliyor ya (artık o arada ne oluyorsa) Demet şarkı bittikten sonra da hızını alamıyor, “Haram zehir, zıkkım olsun!” filan diye saydırıyor bir süre. Kime diyor, niye diyor bilmiyorum ama bayağı içten içten ileniyor. İçimden nedensizce “Adamsın Demet!” diye bağırmak geliyor ama tam ağzımı açacağım sırada arkalardan bir seyirci bağırıyor: “Arabesk arabesk!” diye. “Bana yeter ki arabesk deyin,” diyerek cevaplıyor Demet de ve artık sırada var mıydı yoksa o anda mı esti bilmiyorum ama “Beni Benden Alırsan”ı söylemeye başlıyor. Bu şarkıyı söylerken de sahneden aşağıya, seyircilerin arasına iniyor.
Tam sahnenin karşısındaki protokol sandalyelerinde annesinin kucağında bir kız çocuğu var. Kanser hastası bir küçük kız çocuğu. Adı Hicran. Demet, ona çok hayran olan Hicran’ı daha önce hastanede ziyaret etmiş, sonra bu konsere çağırmış. Aşağı inince bir süre onunla ilgileniyor, onu öpüyor.
“Giderli Şarkılar”ı söylerken de seyirci arasında dolaşmaya devam ediyor. Kafamı çevirip bir süre bakıyorum, izliyorum. Nereye doğru hareket etse orada bir dalgalanma, bir delirme oluyor, Demet’e dokunmak, onunla fotoğraf çektirebilmek için insanlar birbirini eziyor. Demet kan ter içinde, topuklu ayakkabılarla taş zeminde gezinmeye çabalarken korumalar açıyor ona yolu. Bir görevli elinde peçeteyle sürekli terini siliyor. Zaten daha seyircilerin arasına ilk indiğinde ön sırada oturan Okan Kurt’un yan tarafta bekleyen görevlilerden birine “peşinden git” işareti yaptığını görmüşüm. Enişte de takipte yâni. Allah vermeye bir insan evladı bir yamuk yapsa Okan olduğu yerden kurt gibi atlayacak, o bakışları görüyorum gözünde. Neyse ki Demet kazasız belasız dönüyor sahneye ve “Bebek”i söylemeye başlıyor.
Söyledikten sonra da ön sıralarda oturan Ersay Üner’e teşekkür ediyor. “Uzun süredir birlikte çalışamadık,” diyor. Bu bir özür mü ya da bir günah çıkarma mı? Emin olamıyorum ama Ersay’ın orada olmasının ve Demet’in bu lafı etmesinin bundan sonrası için bir “spoiler” olabileceğini düşünüyorum. Bunun Demet için çok iyi olacağını da düşünüyorum. Ben düşün düşün Demet’in müzik kariyeri üzerine hülyalara dalmışken Demet, Gülşah Saraçoğlu’na teşekkür etmeye başlıyor. “Şahane kostümler ama benim yukarılara gitmem için eşofman giymem lazım,” diyor sonra. Neden olmasın? Fosforlara doyduk elhamdülillah; Guccilere, Versacelere de doymak ister bu gözler. Konser sonunda Aleyna Tilki misali sim, ışıltı ve renk istifrağ etmezsek ne âlâ zaten.
Tam burada o hasta küçük kız çocuğundan, Hicran’dan bahsediyor Demet. “Trabzon’dan geldi,” diyor. Anne babasına hitaben “Yorulduysa oteline göndereyim,” diyor. Anlıyoruz ki Demet getirtmiş Hicran’ı ve burada da ağırlamış; otel odası tutmuş filan. Üstüne bir de “Bu gecenin gelirini Mehmetçik Vakfı’na bağışladık,” diyor ve demesiyle birlikte büyük bir alkış kopuyor. Böyle şeyleri saklı tutmak mı iyidir, söylemek mi, zaman zaman ikilemde kalırım hep. Sağ elin verdiğini sol el görmesin tamam da bir yandan da görmesinde fayda var sanki. Görsün ki sol el de versin. Yâni bu kadar örnek alınan, rol modeli olan birinin iyiliği göstere göstere yapmasının “görgüsüzlük” kelimesiyle küçümsenemeyecek bir işlevi olabilir. Nitekim “Bunu her sene yapıyoruz,” diyerek altını da çiziyor bir güzel.
Bu konuşmanın ardından “Bittim” ve “Aşkın Açamadığı Kapı”yı birbirine bağlayarak söylüyor Demet. Oradan da “Ah Ulan Sevda”ya geçiyor. Bu şarkıyı söylerken en öndeki protokol koltuklarının önüne gidiyor. Görmüşsünüzdür, orada daracık bir taş çıkıntının üzerinden yürürsünüz ve bir adımı yanlış atsanız orkestra çukuruna düşmeniz gayet mümkündür ama bizimki hiç endişe etmiyor. Mikrofonu önce Ayla Çelik’e, sonra Gökhan Tepe’ye uzatıyor. Şarkıyı sahiplerinin sesinden dinletiyor böylece seyirciye. Bu şarkı, ilk yarının son şarkısı oluyor.
“Erkek Fatma” diyor Elhan. “Hımmm”, diyorum. Aslında bu son şarkıda o ön tarafa geçişi filan bende de aynı hissi uyandırdı ama adını tam koyamamıştım. O kostümleri gösterişli bir biçimde taşıyamaması, o eteği çıkarışındaki sıradanlık, topuklularla yürüyememesi, sahnede, dansçıların arasında dururken, hatta zaman zaman ufak tefek de olsa dans ederken filan hep bir emanet gibi durma, olaya dâhil olamama hâli var ya Demet’in. Daha önce sahnede izlemedim ama videolarda karşılaştığım sahne görüntülerinde de öyledir yıllardır… Onun adını koymam lazımdı. Elhan yine benden önce çözmüştü meseleyi.
Hiç de öyle seksapeli yüksek, dişi dişi, edâsında nazında, çıtkırıldım bir kadın değildi Demet. “Erkek Fatma”ydı evet. Poz kesmekten filan anlamıyordu. Öyle göründüğü anlar, fotoğraflar, klipler filan hep illüzyondu. Gerçi bunu kemiği olmayan dilinden, üslubundan filan anlamıyor değildik ama tabloyu bu kadar net görmemiştim daha önce, en azından ben kendi adıma. Ondandı bunca yıl sonra bile hâlâ ancak komşunun kaynının düğünü için ilk kez tuvalet almış, topuklu ayakkabı giymiş genç kız kadar rahat olabilmesi. Hepsini koysak bir kenara, “led”leri filan da kapatsak, hatta sadece beyaz ışıkları yaksak öyle cıscıvlak, asıl o zaman şarkı söylemeye başlayacaktı belki de kim bilir.
Ne var ki en azından bu gece öyle bir ihtimal yok. Konser bütün cümbüşüyle böyle devam edecek, orası belli. Arka tarafa geçiyoruz biraz nefes almak için. Bu konser serisinin sponsoru Turkcell, kocaman bir “lounge” kurmuş oraya. İlk girdiğimizde pek dikkat etmemişim, börekçisi, dönercisi, midyecisi, kokoreççisi, kahvecisi ve sınırsız alkolsüz içecek veren büfesiyle bayağı bir Sultanahmet Ramazan Şenlikleri atmosferi varmış meğer. Basların bam bamından midem şu an tam olarak nerede bilemiyorum, bilsem belki biraz börek yerdim ama sadece etrafa bakınıyorum. Emel Müftüoğlu güneş gözlüğü takmadan gelmiş, onu görüyorum ki “topless” gelse bu kadar şaşırmam. Gözleri yerinde yokmuş gibi geliyor bir an. Acaba diyorum onun da gözleri basların bam bamından… Sonra onun gözlerinin zaten ezelden beri iki çizgi şeklinde olduğunu hatırlıyorum. Kaldı ki kimse benim kadar yüksek volümden etkilenmiş görünmüyor. Hâlâ kendi aralarında konuşabiliyor, birbirlerini duyabiliyorlar, ne hoş.
Konserin ikinci yarısında perde “Yekten” ile açılıyor. Demet sahne üzerindeki merdivenlere oturmuş, ekranlardaki cümbüşün içinde neredeyse seçilemiyor. Sahiden eşofman giyip gelmiş. Üst parça Gucci, alt parça Versace. Şarkı ise memleketin bağrından. Şarkının bir yerinde Haktan çıkıp geliyor ve gazelhan üslubuyla daha da macunluyor Versace üstü arabeski.
Tabii Demet şarkıdan sonra Haktan’ı bırakmıyor ve Haktan bir tane de solo söylüyor. “Ben İnsan Değil miyim”le baştan ayağa arabeske kesiyoruz bu defa. Kendi janrı içinde şarkıyı kusursuz söylüyor Haktan, ona diyecek bir şey yok. Seyirci alkış kıyamet, hatta şarkı bitince “Bi’ daha” filan oluyor bir süre ama Haktan gidiyor. “N’apıyorsan Yap”ın başlamasıyla birlikte de dansçılar doluşuyor sahneye. Demet belli ki eşofmanları çektiği için rahat artık. İlk yarıda hiç olamadığı kadar rahat. Grupla dansa katılıyor ara ara. Ve hemen ardından başlayan “Mucize”yle birlikte bir kez daha sahneden inip seyircilerin arasına karışıyor. Ayağında da spor ayakkabılar var ya şimdi, “teee en arkalara” kadar olmasa bile epeyce yukarılara kadar çıkıyor, “Tecrübe”yi de oralarda söylüyor. Şarkının sonuna doğru tekrar sahneye geliyor.
Alişan’a ilişiyor gözü. “Gel bir tane oku,” diyor. Seyirci zaten teşne. Alişan çıkıyor, “İkimize Birden”i söylemeye başlıyor. Şarkıyı bitirince de Demet’e dönüp “Sana geliyorum diye Gucci ayakkabı aldım kendime,” diyerek ayakkabılarını gösteriyor. “Peki şeyin bundan haberi var mı?.. Guccio Gucci’nin?..” diye söyleniyorum kendi kendime ama sesim seyircinin kahkahaları ve alkışları arasında uçup gidiyor.
Seyirci Berkay için de tezahürat yapıyor ama Berkay yok. Berkay gitmiş. “Küçük bebeği var,” diyor Demet. “Aramız limoniydi zaten, bugün düzeldi,” diyor sonra da. Bu hesap kitapsızlığının, bu ölçüp biçmeden, tartmadan, içinden geçeni filtre koymadan dillendirmesinin de çekici bir tarafı var şüphesiz.
“Bakmayın ben böyle en ışıltılı kostümlerimi giyip göklerden bir yıldız gibi inerim, Guccilerimi Versacelerimi gözünüze gözünüze gösteririm filan ama aslında sizin mahalleden biriyim. Kapının önüne serdiğiniz kilimin üstüne ben de oturup sizinle birlikte çekirdek çitleyebilirim. Azıcık dedikodu yaparız kız!”
Böyle demiyor belki ama demiş kadar oluyor. Yıllardır böyle bu. Bu profilin siyasette de, müzikte de, sinemada, hatta edebiyatta da, hemen her yerde, bu ülkenin gündelik yaşantısında hep bir karşılığı var. Recep İvedik’i var sözgelimi, sonra başka Recepleri var… Doğallık, dobralık, samimiyet gibi romantik kulplar da takılabilir belki ama derinlemesine çözebilmek için biraz sosyoloji etüt etmek lazım galiba. Anlasanız da tam çözemiyorsunuz çünkü ya da ben kendi adıma çözemiyorum. Ya da salın gitsin amaaaan eğleniyoruz işte şurada.
Sırada “Sebebim” var. Demet’in ilk albümünün adı ve ilk şarkısı. Hatırlıyorum, 1996 senesinde bu kaset çıktığı zaman “Hiç de fena söylemiyor bu kız,” demişliğim vardır. Ama tabii sonrasını o gün anlatsa birisi “Yok canım, o kadar de değil,” derdim mutlaka.
Sonrasında Demet seyircinin bir miktar düştüğünü düşünüyor olsa gerek ki akışa müdahale ediyor. Erhan Bayrak’a dönüp “Çıkart çıkart ‘slov’ları” diyor. Hooop “Ders Olsun” başlıyor. Herkes ayağa kalkıyor. “Ses Kes” le devam ediyor, derken nedenini belirsiz bir biçimde “Thrift Shop” çalınıyor bir süre. Demet şarkıya “uhhh uhhh” filan gibi sesler çıkararak eşlik ediyor. Derken yine Ben Fero Bey’den “Demet Akalın” çalınıyor. Bir Alaçatı “beach”inin nezih atmosferi canlanıyor Açık Hava’da. Bir tek deniz, kum, güneş, bikinili ve dudak dolgulu kızlar, şortunun tek bacağını sıyırmış adonisli delikanlılar, bir de kokteyl kadehleri, “shot” bardakları eksik.
“Slov”ları çıkardık ya nasılsa, oturacak değiliz artık (seyirci adına konuşuyorum, yoksa ben yine mıh gibi duruyorum oturduğum yerde, bir gümbürtü hâlinde tınlayan sesin içinden şarkıları algılamaya, isimlerini not almaya çalışıyorum.) “Hah!” diyorum, “Koltuk bu!”. Ne yalan söyleyeyim, pek severim bu şarkısını. Cansu da oralarda zaten (şarkının yazarı.) Demet bu defa mikrofonu ona uzatıyor ve şarkının bir kısmını Cansu söylüyor.
“Koltuk”un hemen ardından da “Aşk” geliyor. “Çekemeyen aramızdan ayrılsın,” diyor Demet bu şarkıda. Sahnenin bize yakın tarafına doğru geldiğinde bir an doğrudan bana bakarak söylediğini zannedip ürperiyorum. Yok canım, bana doğru bakmış olsa tahminimce normal boyutundan iki üç katı kadar büyümüş, su almış sünger gibi şişmiş kafamı görür ve yüzünde şaşkın bir ifade olur en azından. Basların bam bamı iç organlarımdan sonra psikolojimi de yerinden oynattı galiba, saçmalıyorum. Demet’in bana baktığı filan yok, “kutla kutla kutla” diye şarkıya devam ediyor, Gülşah Saraçoğlu filan ünlü ünsüz herkes ayağa kalkmış, kutluyor işte.
Bu şarkıdan sonra ortalık biraz durulur gibi oluyor. Bir soluklanıyoruz. Demeye kalmadan asma davullarıyla bir ekip giriyor sahneye ve gümbür gümbür bir davul şov başlıyor. Birazdan iki tane de ıslak odun getirip hepimizi bir temiz dövseler tam olacak; eğlencenin dibini bulacağız yani. Davulcular vur babam vur duruyor davullarına. Uzuyor da uzuyor davul şov. O kadar ki Demet bile sıkılıyor artık. Önce Simge ve Fatih Ürek’i oynamaları için sahneye çıkarıyor ama davulların ritmi pek “yılan dansı”na müsait olmasa gerek ki Fatih Ürek sanatını icra edemiyor, o edemeyince Simge de eşlik edemiyor. Onlar oturuyor, Demet davulculara müdahale ediyor: “Cem Abi! Cem Abi!” Cem Abi birkaç seslenişten sonra nasılsa duyuyor ve bitiriyor şovu. “Allah razı olsun,” diyor Demet. Ben de aynı dileği içimden Demet için tekrarlıyorum.
“Gidemeyenler için bar tadında bir gece yapalım dedik,” diyor Demet davulcular gidince. Onun farkındayız zaten de o aslında gecenin sonuna geldiğimizin sinyalini veriyor. Zaten az önce davulcular çalarken sahne görevlileri sahnenin ortasına bir “dj” masası getirmişlerdi. Hatta getirirlerken görevlilerden biri davulcunun birine yolu açması için eliyle “kış kış” işareti yapmıştı. Bar kültürü halay kültürüne “diss” atmıştı bir anlamda. Oysa “dj” masası da bu ülke mozaiğinin bir parçasıydı, asma davul da. Gülşah Saraçoğlu da bizim bir milli değerimizdi, hatta Versace de (inanmazsanız bir sosyete pazarına gidin, görün.) Bunu ancak bu ülkede yaşayanlar anlardı. Konserden sonra Ege’ye bu konuda bir nutuk çekmeliydim; bir baba olarak buna mecburdum.
“Dj” masasına kimin çıkacağı Demet’in anonsuyla belli oldu ve Erdem Kınay alkışlarla sahneye geldi. “Beğendin mi masanı?” diye sordu Demet Erdem Kınay’a. “Üç bin lira verdim buna,” dedi sonra. “Konserin gelirini Mehmetçik Vakfı’na bırakıyoruz dedim ama Playback yine benden üç bin lira aldı.” Playback dediği ses, ışık ve görüntü sistemleri kiralayan şirket. Laf sokuyor yani Demet. Bu kadın giderli şarkılar söylemesin de kim söylesin acaba?
Tabii konserin bundan sonrası tamamen (şirket adı değil, müzik terimi olarak) “playback”le devam ediyor çünkü bir plaj ve kulüp geleneği olarak “dj” masası bu işe yarıyor. “Rota” ve “İlahi Adalet” birbirine bağlı olarak çalınıyor, ağız oynatılıyor, bu esnada salonda konfetiler patlatılıyor, balonlar uçuruluyor.
Zaten konser boyunca “led” ekranlardan üzerimize kova kova renk dökülmüştü, bir de üstüne bunlar tam oldu. 5000 kişi, her birimiz birer Gülşah Saraçoğlu kostümüyüz artık. O an ışıksız bir ortama girsem parıl parıl parlayacağımdan eminim; fosfor bastı bünyemi çünkü.
Yavuz Bey, Demet Akalın’ın Harbiye Açık Hava konseri sizin için bir mineral olsaydı, hangi mineral olurdu?
_Fosfor.
Yavuz Bey, Demet Akalın’ın Harbiye Açık Hava konseri sizin için bir film olsaydı, hangi film olurdu?
_Fosforlu Cevriye.
Tamam, biraz abarttım, farkındayım. Belki de müziğin sesi benim sandığım kadar yüksek değildi, belki o kadar fosforlu bir konser de değildi. Yazarken biraz eğlendim işte, ne var bunda? Eğlenmeye ihtiyacımız var. “Ben hep belgesel…”le geçmiyor hayat. İki lafımızdan biri “sıkıntı yok” olsa da on yüz bin tane sıkıntımız var şu hayatta, şu ülkede. Demet’in kariyeri eğlendiren şarkılar üzerine kurulu. Ticari mi? Evet. Yüksek sanat mı? Hayır. Ne yapsın kız, caz mı söylesin, siyah tayyör mü giysin? Onu beğenmeyenler, bunları yaptığında beğenecek mi? Hiç sanmam ki yapmaz zaten. O hep kendi kitlesine oynadı, oynayacak. Bu konser de bunun için değil miydi zaten?
Ebru’nun söylediği yanlış değil aslında; iyi şarkı koklayarak, sesinin sınırlarına uygun, üzerine cuk oturan, doğru taşıyabildiği şarkılar bularak inşa etti kariyerini. Ve geride kalan 20 yılda o kadar çok slogan şarkı biriktirmiş ki ona bir ömür yeter. Sadece bu nedenle bile, onu daha yıllar yılı bağrına basacak kitleyi gördüm ben; oradalardı. “Kitsch” mi? Evet. Öyle ya da böyle, bir ikon mu? Ona da evet.
Değişmesini beklemek hata. Onun değişmesi için içinde yaşadığımız toplumun değişmesi lâzım. Daha çooook var yâni; en azından ben göremem herhalde. Son albümünü yazarken “Nereye kadar?” diye sormuştum iyi niyetle ama cevabımı aldım bu gece: “Gittiği yere kadar.”
Konser bitince “lounge”a geçiyoruz tekrar. Daha bunun dedikodusu var, lobisi var, fısıldaşması var… Belki Demet de teşrif eder, “Kostümlerimi beğendiniz mi?” diye sorar. Belki Gülşah Saraçoğlu da tebrikleri kabul eder. Kazara yanımıza gelseler ne diyeceğimi düşünüyorum. Hemen gelemezler, daha Demet “fan”larıyla görüşecek. En iyisi onlar gelmeden ufak ufak tüymek. Zaten daha kapıda magazincilerle uğraşacağım bir de. Soracaklar:
Yavuz Bey, Demet Akalın’ın Harbiye Açık Hava konseri sizin için bir kitap olsaydı, hangi kitap olurdu?
_Kitleler Psikolojisi.
“Hiii, Gülşah Saraçoğlu mu o?” diyor kızın biri. Olduğum yerde sıçrıyorum. Etrafta bir tane bile magazinci yok.
Kaynak: Yavuz Hakan Tok