ÖzelRadyoUlusal

Cem Arslan, Özcan Beylan’a Konuştu: ‘Yayın Adabını Kadir Çöpdemir’den Öğrendim !’

Best Fm frekanslarının tecrübeli ismi ünlü radyo programcısı Cem Arslan 24 yıllık kariyerini, radyo sektörünü ve özel hayatını Müzik OnAir’dan Özcan Beylan’a anlattı.

Bakkal çıraklığı, kamyonculuk ve esnaflık yaptığını söyleyen ünlü radyocu mesleki kariyerini özetlerken,  ‘TRT’den sonraki özel medya kurulurken çevresi olan, sosyal çıtası yüksel olan, muhabbeti iyi olan insanlar çok aranır haldeydi. İstenir haldeydi. Bizde bu çevremizden dolayı, medya dünyasına kabul edildik. Medya, yaptığım birçok işte edindiğim insanlardan dolayı benim kapımı çaldı.’ ifadelerini kullandı.

Meslektaşı Kadir Çöpdemir’in kendisinde çok emeği olduğunu söyleyen Cem Arslan, ‘Ondan çok şey öğrendim, radyonun tekniği, yayın adabını öğrendim.’ dedi.

İşte o röportaj;

Radyo ve radyoculuk sizin için ne anlam ifade ediyor?
Radyo benim için çok şey ifade ediyor. Çünkü, 1992’de benim medya kariyerim televizyon dünyası ile başladığında, ben aslında televizyondan radyoya geçenlerdenim. Netice itibariyle birçok kişi radyodan televizyona geçiyor ve radyo benim için samimiyet, radyo benim için hayatın kendisi, radyo benim için aynı ülkede yaşadığı, aynı kaderde yaşadığı, aynı coğrafyada yaşadığı ama yüz yüze tanışmadığı insanlarla en çabuk samimi olabilme ve en çabuk duygularını paylaşabilme yöntemi. Yani neticede ben yüz yüze hiç tanışmadığım, hiç el sıkışmadığımı ama kalpleriyle tanıştığım insanlarla muhatabım. Kalben tanışıyoruz dinleyicilerimle, beyinen tanışıyoruz, bir insanın bir insanı tanımasını sağlayacak yüz yüze konuşmak tokalaşmak, selamlaşmak olarak bizim beynimize kazınmıştır. Biz radyo programı yaparak bunu aşmış vaziyetteyiz. Biz el sıkışarak değil kalp sıkışarak, beyin sıkışarak tanışıyoruz insanlarla. Aynı hayata anı bakıyoruz. Espri çıtamız aynı, hayata bakış açımız aynı, değerlerimiz aynı. Onun için bu da radyo zemininde oluyor. Radyo benim için samimiyet demek, radyo benim için insan demek, radyo benim için hayata aynı bakan insanların buluştuğu ortak payda demek.

Evet radyo ile özdeşleştiniz artık. Peki radyocu olmasaydınız yapacağınız herhangi bir işte de bu kadar verimli olabilir miydiniz?
Ben radyocu olmadan önce zaten yapılabilecek tüm standart işleri yaptım. Ben aslında esnaf kökenliyim. 10 yaşında bakkal çırağı olarak başladım. Daha sonra okurken kamyonum vardı. Erenköy halinde kamyonculuk yapıyordum. Geceleri sabaha kadar kamyonculuk yapıyordum. Gündüzleri okula gidiyordum. Beyaz eşya işinde çalıştım. Borsa şirketinde çalıştım. İthalat ihracat şirketinde çalıştım. Zaten piyasada esnaflık yaptım. Kendim erkek giyim üzerine konfeksiyon dünyasıyla uğraştım. Yani çok fazla işe muhatap olduk. Zaten oralarda da yeni şeyler yaptık. Oralardaki yaptığım güzel şeyler, performans bana medya kariyerini getirdi. Birçok çevreyi o işlerle yaptık. Medya dünyası Türkiye’de ilk kurulduğunda Türkiye’de İletişim Fakültesi diye bir şey yoktu. Yanlış hatırlamıyorsam İstanbul Üniversitesinde Gazetecilik diye bir bölüm vardı. O da günümüz medya sisteminin çok gerisinde bir eğitim sistemi vardı. Neticede medya dünyası Türkiye’de TRT’den sonraki özel medya kurulurken çevresi olan, sosyal çıtası yüksel olan, muhabbeti iyi olan insanlar çok aranır haldeydi. İstenir haldeydi. Bizde bu çevremizden dolayı, insanların üzerinde bıraktığımız izlerden dolayı medya dünyasına kabul edildik ve medya dünyası bizi içine aldı. Medya başlangıcı yaptığım birçok işte edindiğim insanlardan dolayı benim kapımı çaldı.

Peki bu kadar farklı işten sonra radyoculuğa geçiş nasıl oldu? Çocukluk hayaliniz falan mıydı?
Biz TRT tek kanal olduğu dönemde büyüdük. TRT tek kanal ve siyah beyazdı. TRT bizim hayallerimizi süslerdi. 1980’ler 1990’larda TRT o kadar büyük, o kadar kalın bir duvardı ki TRT’de olabilmeyi hayal bile edemezdiniz. Medya o dönem Türkiye’sinde, aile yapısında kendinize hedef koyabileceğiniz bir şey değildi. O zamanlar ‘ben medyada olacağım’ dediğinde ‘Manyak mısın oğlum. Git kendine sigortalı bir iş bul. Adam gibi çalış. Böyle uçsuz bucaksız hayallerden de uzak dur’ gibi eleştiri alırdınız o dönemde ‘ben televizyoncu olacağım, radyocu olacağım’ dediğinizde ki ben 24 yıldır ekmeğimi radyodan kazanıyorum. Benim babam geçen yıl öldü. Bana hala ‘nasıl yani? Şimdi sen gidiyorsun, konuşuyorsun, sana para veriyorlar. Nasıl oluyor bu?’ O bile kafasına tam oturtamamıştı yani. Onca işten sonra medya dünyası biraz da tesadüfle oldu. Biz bizi seven insanlar, üzerinde iz bıraktığımız insanlar sayesinde bu işe girdik. Bu yeni, özel radyolar kurulurken yine eş dost ‘senin ses tonun güzel, esprili adamsın, bir şeyler anlatabiliyorsun, sen radyoda olmalısın’ dediler. İlk önce çok karşı çıktım. ‘ne radyosu, ne programı? Ne alaka?’ falan derken daha sonrasında radyo programı yapmaya başlayınca anladım ki ben bu iş için doğmuşum.

Bir çok hayranınız var. Özellikle de kadın hayranlarınız. Eşiniz bu duruma ne diyor? Kıskanç mı?
Eşim çirkinleşecek kadar, kavga gürültü çıkartacak kadar bir durumda değil. eşim kiminle evli olduğunu biliyor. Nasıl bir insanla, hangi sektörden bir insanla evli olduğunu biliyor. Potansiyel durumları biliyor. Onun için kıskançlık krizlerine giren birisi değil. Şunu da belirteyim; benim çok sevenim var, benim çok dinleyicim var, benim çok arkadaşım var. Onların bana olan sevgisi programındaki fikri duruma olan sevgi. Yani beni evli kadınlar, nişanlısı, sevgilisi olanlar, birçok kişi dinliyor ve benim dinleyici buluşması yaptığım yerlere de birçok insan geliyor. Erkeklerde geliyor ‘karım size hayran, Karım sizi çok seviyor. Onun için geldik sizi dinlemeye’ diyor. İnsanlar beni seviyorlar ama fikirlerimi, yorumlarımı, esprilerimi seviyorlar ve bu beni çok mutlu ediyor. Birçok benim pozisyonumda olan kişinin aşk anlamında, beğeni anlamında yada arzular anlamında bir durumu olur. Bana olan sevginin fikri olması, beynime olan hayranlık olması, yakışıklı bir bedene duyulan arzulardan kaynaklı hayranlıktan, çok daha mutlu ediyor beni.

Radyo sektörü hakkında ne düşünüyorsunuz? 1990’lı yıllar, 2000’li yıllar ve son yıllar diye bir radyoculuk evrimi yapsanız gidişat neyi gösteriyor bizlere?
Radyoculuk evrimi diye bir şeye katılmıyorum. Radyoda tabi toplumla beraber büyüyen bir sektör. Yani 1970’li yılların televizyonculuğunu düşünün 1980’lerin, 90’ların, 2000’lerin televizyonculuğunu düşünün. Toplumun ihtiyaçlarına göre senaryolar değişiyor, toplumun ihtiyaçlarına göre programlar değişiyor, insanların görüntüsü değişiyor, teknoloji değişiyor. Artık telefonları 4G çekimleri yapar hale geliyor. Teknoloji ilerledikçe radyo sektörü de kendi içinde yenileniyor. İhtiyaçlara cevap verir hale geliyor. Bence radyo kendi içinde, kendini en çabuk yenileyen mecra. Çünkü, ben 1994 yılında başladım. Kasetler vardı, makaralar vardı. Sonra kasetler çıktı radyoculuk biter dediler. Daha da güçlendi. Sonra CD çıktı. ‘Mümkün değil kimse radyo dinlemez. Koy CD’yi dinle istediğin gibi. Kaliteli müzik’ dediler. Sonra radyo daha da kuvvetlendi. Sonra flaş bellekler çıktı. ‘içine 1000 tane şarkı yükleyebilirsin. Artık radyoya ne ihtiyacın var?’ dediler. Şimdi 300.00-400.000 lira değerinde yayın bilgisayarları çıktı. ‘İçine milyonlarca şarkıyı yükleyebilirsin. Anında çalabilirsin’ dediler. Yayın bilgisayarları çıktı.

Radyonun gücü daha da iyi hale geldi. Radyo bitmiyor. Bitmediği gibi daha da kuvvetlenerek her geçen gün büyüyor. çünkü özellikle İstanbul, Ankara, Adana, Gaziantep, Denizli, Bursa gibi trafik yükü her geçe gün artıyor. Yani artık insanlar televizyonu seyretmez oldu. Şimdi bir aracın içerinde radyo dinlediğinizde bilgi sahibi oluyorsunuz, eğleniyorsunuz, gündemden, hava durumundan, yoldan, her şeyden bilgi sahibi oluyorsunuz. Bence radyo gün geçtikçe daha çok oturuyor. Radyoda çok işler yapılıyor. Sosyal sorumluluk projeleri, duyurular. İnsanların hayatında radyo, evin muzip çocuğu tadında. Bir dizi, film için milyonlarca dolarlık sponsorluklar konuşuluyor ama insanların hayatına ne kadar dokundukları bir muamma. Ama biz radyocular cihazdaki insan gibi değil de aracın yan koltuğunda oturan, evin çocuğu gibi göründüğümüz için bizi bir türlü parayla buluşturamıyorlar. Şahsım anlamında konuşmuyorum, sektör anlamında konuşuyorum.

İnsanlar radyonun da yaşaması konusunda bir gelire ihtiyacı olduğu konusunda çok bilinçli değiller. Milyonlarca dolar parayı televizyondaki dizilere, filmlere, programlara harcıyorlar ve bir geri dönüş alamıyorlar, hesap da sormuyorlar ama radyolarda çok düşük bütçelerde, ciddi işler yapılıyor. Televizyonda bir bölüme harcanan parayla radyoda aylarca bir şeyler yapabilirsiniz. Çok daha yararlı olur, geri dönüşü çok daha fazla olur. Ajanlar, müşteriler ve firmalar daha radyonun bu anlamdaki gücüne tam manasıyla vakıf olamadılar. Üzüldüğüm şey bu. Günümüzdeki eksiğin bu olduğunu düşünüyorum.

Sizce radyocu olur, radyoculuğu yapamayan, beceremeyen birileri var mı? İsim sorsak vermezsiniz, yoksa verir misiniz?
İnsanların ihtiyaçları çok çeşitli. İnsanların zevkleri ve renkleri o kadar çeşitli ki, insanların beğenileri o kadar farklı ki, kimse kimse için ‘bu radyocu değil, bu adam değil, bu şovmen değil ama bunu yine takip ediyorlar’ diyemez. Yelpazenin bu kadar geniş olduğu bir yerde birinin kalkıp da ‘filanca radyocu da radyocu değil kardeşim’ demesi de zaten çok saçma sapan. Ben 24 yıllık radyo program hayatımda hep kitabın orta yerinden konuşmuş bir insanımdır. İnandığım bir şey olursa söylerim. Ama burada inanmadığım şey ne kadar tecrübeli bir radyocu olursak olalım, ister yeni başlamış, ister benimle aynı mesafeyi almış bir programcıya ‘bu olmamış’ demek çok saçma. Benim haddim değil. benim haddim bir şeyleri beğenmek yada beğenmemek ama radyo öyle bir camia ki, diğerlerine benzemiyor. Radyo camiasında birinin kalıcı olup olamadığına bence dinleyici karar veriyor.

İsteyip de ulaşamadığınız bir hedefiniz var mı? Varsa nedir? Neden ulaşamadınız?
Birkaç tane zaman bulamadığım için yapamadığım şey var, ulaşamadığım değil de, şimdi bir kitap yazıyorum. İçinde ne olacağı, nasıl olacağı, nelerden bahsedeceğim. 7-8 senedir kafamda. Çünkü söz uçar yazı kalır. Bunca senedir anlattığım şeylerin kalmasını istiyorum. Kitap yazmak yayın yapmak kadar kolay değil. Kitap hedefim var, ona henüz ulaşamadık ama şu anda hazırlıyoruz. 6 ay içinde bitmiş olacağını düşünüyorum. Kitabın konusu radyo yada radyoculuk değil, benim yaşadıklarım, hayat hikayem değil. bambaşka bir şehir hikayesi olacak.

Hayatınız boyunca kendinize örnek aldığınız bir radyocu oldu mu?
Radyocu olarak olmadı ama bugün büyük radyocu olarak gösterilen herkesle aynı noktadan başladık programa. Ama tabi ki öncesinde Orhan Boran, Cenk Koray, Halit Kıvanç. Biz bu isimleri izleyerek, dinleyerek büyüdük. Orhan Ayhan maç anlatırdı dinlerdik, Halit Kıvanç program sunardı izlerdik. Orhan Boran program yapardı, komedi yapardı. Zeki Alasya, Metin Akpınar, Kemal Sunal, Tarık Akan’ı, Arzu Film’i izleyerek büyüdük. Yani bugün bizim yaptığımız komedi, ‘Türkiye’de Türk insanına komedi nasıl yapılır?’ sorusunun cevabıyla izlediğimiz takip ettiğimiz insanlar oldu. ‘Türk insanına komedi nasıl yapılır sorusunun cevabı aslında karma bir cevap. Şu anda benim yaptığım gibi bir yayın yapan biri o dönemde TRT’de yoktu. Ben başladığımda Kadir Çöpdemir vardı. Onunla birlikte çalıştık. Ondan çok şey öğrendim, radyonun tekniği, yayın adabını öğrendim. Benim bugünlere gelmemde emeği olan bir insandır.
Stand-up sizin için ne anlam ifade ediyor? Sizce Stand-up neden yapılmalı? Siz neden o dala yönlenmediniz? Rakipleriniz yapıyor.
Ben de yapıyorum. Stand-up’u biletli gösteri olarak yaklaşık 2 yıldır biz de yapıyoruz. Onun öncesinde dinleyici buluşmaları şeklinde yapıyorum. Aslına bakıldığında ben yaklaşık 15 yıldır yapıyorum. Ama bu dinleyici buluşmaları şeklinde oluyordu. Eskiden meddah denene bugün stand-up’çu deniyor. Aslında aynı şey. Sosyal medyanın bu kadar yoğun kullanıldığı bir dönemde hiç icat edilmemiş konular, espriler bulmak değil asıl mesele. Satnd-up’ta tamamen olay sizi izlemeye gelen insanlarla kurduğunuz diyalogda. O an oarada gelişen esprilerle ilerliyor. Mesela beni 10 kere izlemeye gelmiş bir kişi 10’unda da farklı bir konuyla karşılaşabilir. Konular sabit gibi gözüküyor ama her konuya salonun verdiği tepki çok farklı, her salondaki reaksiyon farklı, her salondaki size katılım farklı.
Sizce Türkiye’de gerçek anlamda Stand-up yapan biri var mı? Kimleri bu konuda başarılı buluyorsunuz?
Türkiye’de gerçek anlamda stand-up’u Cem Yılmaz yapıyor. Dünya standartında yapıyor. Ustaya saygı anlamında anlatırsak Ferhan Şensoy yapıyor. Ferhangi Şeyler bence tek kişilik tiyatro. Ferhan Şensoy çok dev bir usta. Nejat Uygur bir tiyatro sanatçısı. Yani onlar dev isimler. Stand-up başka bir şey. Tiyatro gösterisiyle falan karıştırılmaması gereken bir şey. Günümüzde artık her şey türlerini yitiriyor. Birisi sahneye çıkıyor, şarkıda söylüyor, dansta ediyor, oyun da oynuyor ve bunun adı sahne gösterisi oluyor. Onu türlerine ayırmaktan hoşlanmıyorlar.

Çakallarla Dans 5’te rol aldınız. Bu filmle alakalı vatandaşlardan ‘cılkı çıktı gibi yorumlar geliyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Murat Şeker ve Ali Tanrıverdi çok iyi arkadaşımız. Netice de onlar bir seri tutturdular ve bu seri isteniyor ama serisi çok çekilen filmlerin hep böyle bir kaderi vardır. Birileri hep ‘Çakallarla Dans 50 çekilsin 50’sine birden giderim, 50’sinin birden DVD’si evimde koleksiyonu var. Hatta canım sıkıldığında aradan bir tane seçiyorum izliyorum’ diyenlerde olabilir. Dünya klasiklerinde de bu böyledir. Bir filmin serisi yapıldığında birileri çok mutluyken birileri de ‘ya bu ne kardeşim. İyi bir şeyi tutturdunuz’ diyenlerin sayısı çok fazla. Çakallarla Dans ‘ta bana göre aynı kaderi paylaşıyor. Biri serinin devam etmesinden çok mutluyken, birileri de eleştiriyor. Benim rolüme gelince, ben artık orada rol aldım bile diyemiyorum. Ben Çakallarla Dans’ta bulundum aslında. Murat Şeker ve Ali Tanrıverdi ‘küçük bir rol var. Lezzet olarak orada olur musun?’ Bende kabul ettim.

Peki oynadığınız rolde ‘böyle oynasaydım daha iyi olurdu’ dediğiniz bir sahne oldu mu?
Bunu düşünemeyecek kadar kısa bir sahneydi. Orada ortalama bir dakikalık bir sahnem var. Bence bu oyunculuk falan değil. Bir filmin içine girip çıkma. Böyle bir şey benim çok hoşuma gitti. Filme davet edildim. Filmde olmak benim çok hoşuma gitti. Benim dinleyicilerim filme gidip izlediği zaman bir espri, bir sempati oldu. ‘aa Cem Bey bu mu?’ gibi. Ben oradaki rolü ve duruşumu beğendim açıkçası. Bende kendimden öyle bir performans beklemezdim. Ben orada aşiret ağası ve mafya babası arası bir tipi canlandırdım. O anlamda isteneni vermişim gibi duruyor. Bana gelen tepkiler de bu şekilde.

Ufak da olsa bir başlangıç yapmışsınız. Var mı ilerde oyunculuk gibi bir düşünceniz? ‘Şu rollerde olmak isterim’ gibi? Bakış açınız nedir?
Kesinlikle ve kesinlikle oynarım bir rol gelirse. Altından kalkabileceğim bir rol olursa tabi ki oynarım. Neticede ben oyuncu değilim. Haluk Bilginer oyuncu. Ben kendime oyuncu dersem, Haluk Bilginer’in yerinde olsam gelir beni tokatlarım. Altan Erkekli’ye ne diyeceğiz o zaman? Netice de kamera önüne iki kere geçtin diye oyuncu olmuyorsun. Ben oyuncu değilim. Altından kalkabileceğim bir senaryo, bir rol olursa memnuniyetle olmak isterim. Ben 7 yıl üniversitede öğrencilere radyo programcılığı ile alakalı ders verdim. Orada da öğrencilerime hep medya dünyası çok enteresan bir yolculuk size ne getireceği hiç belli olmaz. Ben mutfakta program depolama departmanında başladım. Ama bugün radyo programı yapıyorum. Medya dünyasında kapınıza gelen fırsatlara ve açılan pencerelere hep açık olması lazım. Medya dünyasında ne olacağı hiç belli olmaz. Burada mühim olan şey, her kapıyı çalana kapıyı açmamak. Yani önce dürbünden bakıp sevdiğiniz biri ise, tanıdığınız biri ise kapıyı açmak. Tanımadığınız birine kapıyı açmamak lazım ya güvenli bir hayat için. Medya dünyasında da güvenli bir yolculuk için önce kapıyı birisi çalarsa bir dürbünden bakmak lazım kim çalıyor kapıyı. Bende sinema filmi yada benzere tekliflere bir bakacağım. Eğer tanıdıksa, tanımadığım biri olsa bile tanımaktan mutlu olacağım bir iş ise kapıyı açarım. Sırf sinemada olayım diye saçma sapan bir dönemece gireceğimi zannetmiyorum.

Sosyal hayatı ile radyo dışında Cem Arslan nasıl biridir? Neler yapar?
Cem Arslan’ın sevilmesinin asıl sebebi yayında anlattıkları ile gündelik hayatta yaşadıkları arasında öyle çok fazla uçurumun olmaması. Yayında nasılsa, yayın dışındaki hayatında da Cem Arslan öyle biri. Yaşadığınız hayatla yansıttığınız hayatın entegre olması çok önemli. Aslında yayın dışında benim öyle çok bir vaktim olmuyor. Çünkü günde 4 saat yayın yapıyoruz. Yayın dışında kalan o 20 saatte de uyuyorum, vakit bulabilirsem spor yapıyorum, biraz kendi zevklerime vakit ayırıyorum.

Hobileriniz neler mesela?
Motosiklet. Motosiklete 7/24 binsem doyamam dediğim bir mevzu. Çok seviyorum. Sinema filmlerini seviyorum. Dizileri pek sevmiyorum. Ben başlasın bitsin istiyorum. Futbol seviyorum. Spor müsabakalarını izlemeyi seviyorum. İyi bir çevreci, iyi bir hayvan sever olduğumu düşünüyorum. Canlı olan her şeyin yaşaması için yardımcı olma duygusu beni mutlu ediyor.

Radyo dünyasında meşhursunuz. Ama radyoda görüntü yok. Dışarı çıktığınızda sizi görenler oluyor mu? Fotoğraf çektirmek isteyen, sohbet etmek isteyenlere nasıl yaklaşıyorsunuz?
Ben ortalama 15 yıl çeşitli TV’lerde program da yaptım, ekranlarda bir şekilde varım. Onun için ‘radyocu gizemli olur, konuşmadığı sürece kimse onu tanımaz’ mevzusu belki genel anlamda doğru olabilir, ben ona da inanıyorum. Mesleğe ilk başladığımda öyleydi. Konuşmadığın sürece kimse senin kim olduğunu bilmezdi. Ama günümüzde herkesin bir sosyal medyası var ya da radyonun kendi internet sitesi var. Oralarda programla ilgili resimler var. Günümüzde herhangi bir radyocunun gizli kalması mümkün görünmüyor. Dolayısıyla dışarı çıktığımda tanışmak isteyen resim çektirmek isteyen çok fazla oluyor. Radyo televizyon gibi soğuk değil. insanlar televizyonda gördükleri kişilerin yanına giderken tedirgin oluyorlar, ama benim yanıma geldiklerinde ‘vay Cem abi naber’ deyip ense tokat yapıyorlar. Buda insanların kaba olduğu için değil, radyonun samimiyetinden kaynaklı bir şey. Radyocu olduğunuz zaman insanların gönlünde samimi bir şekilde yer alıyorsunuz. Onun için insanlardan çok fazla talep oluyor ‘resim çektirelim, iki dakika ayaküstü sohbet edelim’ gibi. Bende beni dinleyen insanların benimle konuşmak istedikleri konuları gerçekten merak ediyorum. İnsanlar televizyondan, sosyal medyadan beni bir şekilde görüyor, ama ben beni dinleyenleri göremiyorum. Bende beni dinleyenleri merak ediyorum. Onun için biri bir yerden benimle konuşmak istediğinde, tanışmak istediğinde bu benimde hoşuma gidiyor. Be şekilde bende beni dinleyen insanın kim olduğunu tanıma görme fırsatı buluyorum.

Son olarak okurlarımıza ve dinleyicilerinize ne söylemek istersiniz?
Bizi dinlemeye, bizi takip etmeye ara vermesinler, devam etsinler. Çünkü biz gazoz ağacında gerçekten gündemi yakalıyoruz. Gerçekten eski bir program değil, eskimiş bir program değil. eskimiş olmasına rağmen her zaman kendini dinç tutan, her zaman kendini yenileyen ve günün ihtiyaçlarına, günün insanının isteklerine cevap veren bir program olduğunu düşünüyorum.

Röportaj : Özcan Beylan

Daha Fazla Göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu