Yeni Birlik Gazetesi Yazarı Ekin Gün: “Bu süreç sevdiğimiz insanları ilk gördüğümüz an hiç endişe etmeden ve düşünmeden sarıldığımızda tamamen bitecektir.”
Müzik Onair’da bu hafta Yeni Birlik Gazetesi Yazarı Ekin Gün’ü ağırlıyoruz. Gündemi, hayatı ve karantina günlerini konuştuk. Hepimizin biraz dalgalı, biraz belirsiz, çoğu zaman umutlu ruh halleri arasında gidip geldiği karantina günlerinde, insanın kendi başına kalmasının bir sıkılganlık olarak yansıtılmasını tuhaf bulduğunu söylüyor sevgili Ekin.
“Meğer sarılmak hiç de sıradan bir şey değilmiş” diyerek hepimizin sevdiklerine hasret kaldığı şu günleri çok güzel özetledi. En dikkat çekici noktalardan biri de herkesin aşırı kilo aldığı karantina günlerinde Ekin’in 1-2 kilo vermiş olması. Sırrını da saklamıyor. Bir de hepimize bir tavsiyesi var “Bol bol dans.”
“Bu ülkede köşe yazarının gazeteciliğin en üst mertebesi olarak kabul edilmesi bile başlı başına sorun”
Elif, sana ve Müzik Onair ailesine karantinadan selam! Bu karantina günlerinde röportajların hiç tadı yok aslında, uzuuuun uzun sohbetlerin yazıya çevrilmiş hallerini bile özledik, kabul ediyorum bu daha kolay. Hatırlıyorum da (sanki bu “65 plus” yaş gibi bir cümle olacak) gazeteciliğe ilk başladığımda röportajlar gerçekleştiriyordum, röportajı çözmenin ne kadar zor olduğunu bilirim. Hazır gazetecilikten söz açmışken, hayatımda kendime hiç yazar demedim, gazeteci demeyi daha doğru buldum. Bu ülkede köşe yazarının gazeteciliğin en üst mertebesi olarak kabul edilmesi bile başlı başına sorun, medya alemine ilk taş böyle olsun.
Geçen bir TV programına katıldığımda benim için sosyal medyadan “bu kim, ne uzmanlığı var da ekrana çıkartıyorsunuz” tarzında bir yorum gelmişti… Söyleyen haklı, hiç kimseyim. Çünkü artık herkes her şey! Bu nedenle hiç kimse olmanın ve bunu kabul etmenin ayrıcalığı çok az kişide var.
Mütevazı olmayacağım, ben de bunlardan biriyim. Öyle ya, artık insani değerlendirmeler, hatta sosyal ilişkiler bile isminin solundaki unvanlara göre ölçülür oldu.
Oysa isim, insani değeri belirler. Hiç kimse olmamayı bu açıdan değerli buluyorum, “büyük resmi gördüm” diye yıllarca siyaset yazarlığı yapanların şu sıralar “bulaşıcı hastalıklar uzmanıymış” gibi davranmasına şaşırmıyorum.
Açıdan ömrümün sonuna kadar “hiç kimse” olarak kalabilirim, kendin olmamaktansa bu daha iyi, en azından özgürlük sağlar.
Ve açıkçası izleyen izler, izlemek istemeyen zaping yapar, isteyen de okur… Zerre umurumda değil. Hadi bakalım geçelim şu sorularına…
“Türkiye kusursuz bir sınav verdi”
Dünya genelinde koronavirüsle mücadele devam ediyor. Türkiye’de son rakamlar umut verici görünüyor, iyileşen hasta sayısı oldukça yüksek. Gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsun?
Ben Türkiye olarak çok iyi bir sınav verdiğimizi düşünüyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın yönetiminde tüm sağlık çalışanları ve sağlık sistemi neredeyse kusursuz bir sınav verdi. Bu çok önemli… Ve öyle ki sağlık sistemimizin kurumsallaşmış olduğunu şu geçirdiğimiz 1,5 ay bize gösterdi. Elbette global bir dünya var ve tüm kıyaslar dünyayla yapılıyor. ABD, İtalya, İngiltere ve hatta İspanya gibi ülkelerin sağlık sistemlerinin tel tel dökülmesi Türkiye’nin sağlık sektöründe çok ilerde olduğunu gösterdi. İngiltere’deki o haberi hiç unutmuyorum, yanlış hatırlamıyorsam BBC’de okumuştum, ekipman yokluğundan hemşireler kendilerine çöp torbalarından koruyucu önlük yapmıştı. O hemşirelerin daha sonra virüse yakalandığının haberini aldım. Düşünebiliyor musun, İngiltere’de sağlık çalışanlarına maskeler tam anlamıyla temin edildiğinde tarih 1 Nisan’dı. O maskelerin üretim tarihinin en yakın olanı da 2013 çıktı, 2009 yılında üretilen bile var!
Türkiye’de ise sağlık ekipmanı konusunda bir sıkıntı yaşanmadığı gibi dünyaya tıbbi malzeme gönderiyoruz.
Sabah’tan Yavuz Donat geçenlerde çok iyi bir hatırlatmada bulunmuş. İsmet İnönü, Nihat Erim ve Cemal Gürsel gibi siyasiler ABD başkanlarının uçağıyla ABD’ye giderken, Türkiye tek bir hastası için İsveç’e uçak kaldırıyor. Bunları görmeyene kör denir. Buna rağmen “Küba’nın aşısını”, “Uganda’nın sağlık sistemini” Türkiye’ye göre daha iyi bulanlar da bence iyi ki var! En azından bu karantina günlerinde evde sıkılmamış oluyor, eğleniyoruz.
Bu süreç sevdiğimiz insanları ilk gördüğümüz an hiç endişe etmeden ve düşünmeden sarıldığımızda tamamen bitecektir.
Görmüş olduk değil mi… Meğer sarılmak hiç de sıradan bir şey değilmiş, insan sevdiğine temas etmek ister ne de olsa.
Bazı ülkelerde karantina tedbirleri kademeli olarak gevşetilmeye başlandı. Türkiye’de ise Ramazan sonrası bir miktar gevşetilmesi gündemde. Senin öngörün ne yönde?
Dünyada “sürü bağışıklığı” stratejisini seçen ülkeler arasında İsveç var. Onlar da tedbirler gevşek tutuldu. Bu durum İngiltere’de de ilk başta öyleydi ama sonradan pabucun pahalı olduğunu gördüler.
Türkiye ilk vakadan itibaren Avrupa’ya oranla çok sert tedbirler aldı, bunları ivedilikle hayata geçirdi. Şu an meyvelerini topluyoruz gibi duruyor ama tedbiri de elden bırakmamak gerektiğine inanıyorum.
Bir başka açıdan elbette olayın başındaki Bilim Kurulu üyeleri duruma tıbbi ve bilimsel açıdan yaklaşıyor haklı olarak. Ama ülkeyi yönetenler bilimsel bakışın yanı sıra ekonomik ve siyasi pencerelerden de olaya bakıyorlar kuşkusuz. Hem insan sağlığını korumak hem de bu dönemde ülkenin duran çarklarının tekrar işlemesi yönünde ortak bir tarih belirlenecektir diye düşünüyorum.
“Virüs sonrası dünyayı okumaya ve anlamaya çalışan aynı zamanda hazırlıklarını da yapan tek siyasi lider Erdoğan”
Post-korona dönem sence nasıl olacak?
Her zaman “olabilir” duygusuna yaşatmakla meşhur ama hiçbir zaman teorileri kanıtlanmadığı için de alıcısı çok olan ve iddialarını canlı tutmayı başarabilen komplo teorisyenleri virüsün çıkış noktasıyla ilgili kafa patlatıp dursun, bence bizim asıl odaklaşmamız gereken soru bu.
Şunu biliyorum, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ama bu kısa vadede de olmayacak. Esposito’nun dediği gibi dünyada “otoriter rejimler çıkmayacak” mı yoksa Harari’nin dediği gibi “totaliter rejimler çıkacak” mı sorusuna kafa yormamız gerekiyor.
Bence Türkiye sadece bu kriz sürecini yönetmiyor, post-korona döneme de hazırlıklarını yapıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “yeni şekillenecek olan dünyada yerimizi sağlam bir şekilde almalıyız” cümlesi bunu gösteriyor. Ve ciddi anlamda virüs sonrası dünyayı okumaya ve anlamaya çalışan aynı zamanda hazırlıklarını da yapan tek siyasi lider Erdoğan. Onu da rakipsiz kılan gerçeklerden biri de çok yönlü düşünmesi.
“Kendini sevmiyorsan, seni başkaları ne diye sevsin”
Karantina sürecini nasıl geçiriyorsun, neler değişti hayatında? Bu süreç çoğu insanın hayata bakışını farklı noktalarda etkiledi. Sendeki yansımaları nasıl oldu?
En sevdiğim sorulara geldik desene J Açıkçası ilk 1-2 haftada şunu anladım… Ben yılın bazı dönemleri zaten karantinadaymışım! Evde olmayı ve kendimle uğraşmayı seviyorum. İnsanın kendi başına kalmasının bu dönemde bir sıkılganlık olarak yansıtılmasını da tuhaf buluyorum. İnsan kendisini ne zamandan beri tahammül edilemeyecek bir şey olarak görür oldu? Kendini sevmiyorsan, seni başkaları ne diye sevsin, hele hele başkalarıyla var olacağını düşünüyorsan.
Azıcık felsefeden sonra… Sabaha karşı uyuyorum, öğleye doğru kalkıyorum. Haftada 3 gazeteye yazım var, onları gönderene kadar akşam oluyor zaten. Ve bolca film, dizi izliyor, müzik dinliyorum. Kitap normal dönem kadar okuyamaz oldum, konsantrasyon sorunu sanırım ben de yaşıyorum. Buradan şunu anladım ki kitap özgürlükmüş ve özgür zamanlarda daha iyi gidiyormuş.
Bir de Latin müziklerine sardım… Şu an hatta Andres Calamaro’dan Flaca çalıyor. E hadi mutfağımı da anlatayım, günde iki öğün yiyorum ve sanırım 1-2 kilo verdim. Öğlen herkese yeşil elma, yoğurt + zerdeçal karışımını öneririm. Ama normal zamanda çok yaptığım Pazar kahvaltılarımın vazgeçilmezi pankeki bir kez bile yapmadım bu dönemde.
Beni bilirsin, yeni yemekler denerim, onu da hiç yapmadım, nasıl bir şey yapmadan bu kadar yoğun oluyor ve gün içinde zaman nasıl bu kadar çabuk geçiyorsa!
Bir de bolca dans ediyorum, özellikle sabahları. Çünkü sen de unutma, dans, umursamamak ve kaçıştır.
En son izlediğim film ise Jojo Rabbit ile Yuli… İkisini de öneririm.
Bir de şu sıralar közlenmiş bir tartışmaya tekrar kafa yoruyorum. Rolling Stones mu yoksa The Beatles mı? Hıncal Uluç, herkesin şarkılarını bilmesi açısından The Beatles diyor, ben ise katılmıyorum. John Lennon The Beatles’dan daha iyi, Rolling Stones da The Beatles’dan daha iyi.
“İstanbul’un tribi bile çok asil”
Bu süreç bittiğinde ilk yapacağın aktiviteler ne olacak? En çok neleri özledin?
Hafta içi genellikle evde oluyorum ama hafta sonları Bağdat Caddesi ile Arnavutköy-Bebek taraflarına gider, yürüyüşümü yaparım. Yapardım. Sanırım Bebek sahilini ve Cadde’deki kalabalığı çok özledim. Aslında sorma, İstanbul trafiğine aşık olduğumu anladım, aşık.
İstanbul insanlardan bıktı, insanlara hep mesafeli davrandı ama cool bir şekilde şunu da biliyor bu şehir; insanlarıyla güzel, o insanlarla bir bütün olduğunu hissediyor. Yalnızlığını ve hüznünü hissettiriyor aslında, İstanbul’un tribi bile çok asildir, bir kişiye önce aşık olmadan bu şehre aşık olanın sevgiden anladığına her zaman inanmışımdır.
Ve tabii ki sarılmak, aileme, arkadaşlarıma sarılmayı özledim. Arnavutköy’de Adem Baba’da balık yemek sanırım yapacağım ilk işlerden olacak. Bir de sanırım şu an yazarken aklıma geldi marketlere maskesiz girmeyi özledim.
“AK Parti döneminde “kutuplaşma” kavramının çıkması herkesin düşüncesini özgürce söylemesinden geliyor”
Tüm dünya zor zamanlardan geçerken siyasi arenada ve medyada zaman zaman sert söylemlere tanık oluyoruz. Bu süreçte siyasetin dilini nasıl buluyorsun?
Bu soru her zaman çok sorulur, senelerdir. Demek ki o zamandan bu zamana değişen bir şey yok. Ben bu durumlarda kaldırım örneğini her zaman veririm.
Kaldırımda yürüdüğümüzde bilmediğimiz farklı siyasi görüşlere, kimliklere, cinsiyetlere ve inançlara mensup insanlar vardır. Ama beraber yürümeyi başarabiliriz. Birbirimize hiç temas etmez, konuşmaz, tebessüm etmez ama birlikte yaşama kültürünü içselleştirmiş bir şekilde o kaldırımda bu şekilde yürünmesi gerektiğine inanırız.
Hepimiz farklıyız, ailemizden de, arkadaşlarımızdan da, anne ve babalarımızdan da. Yaradılış olarak farklı yaratılmışız ama beraber yaşama kültürünü edinmemiz gerektiğini biliyoruz.
Türkiye’de her alanda dilin sertleştiği bir dönem var kuşkusuz. AK Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte ülkede çoğulculuğun yaşandığına ve ezberlerin bozulduğuna inanıyorum. AK Parti öncesi kutuplaşma denilen kavram yoktu, çünkü bir şekilde herkesin aynı fikirde yaşaması gerektiği dayatılıyordu. AK Parti döneminde “kutuplaşma” kavramının çıkması herkesin düşüncesini özgürce söylemesinden geliyor. Kutuplaşma zaten farklı fikirlerin söylendiği ortamlarda yaşanır.
Bunun ortası da beraber yaşama kültürünü öğrenmek, kimseye herhangi bir şeyi dayatmamak. Bu anlamda ölçümüz başka birinin hayatı üzerinde hesap yapmamak ilkesine göre olmalı. Farklı fikirler zenginliktir, yeter ki bu ülkede yaşamanın değerli bir şey olduğunu bilelim ve bu ülkeyi sevelim. Hep yurt dışında yaşayanlardan duyardık, “İstanbul’un trafiğini bile özledim” diye, şimdi biz dışarı çıkmadan bunu söylüyoruz. Demek ki bu ülke gerçekten sevilmeye değer. Çünkü özlediğin şeyi sadece sevmezsin, aynı zamanda bağlısındır.
Ve şunu unutmayalım… Hayat en yakınlarımızın bizim gibi düşünmüyor diye kalbini kırmak açısından çok kısa. Bunu böyle bir dönemde daha iyi anladığımızı düşünüyorum. Birlik ve beraberliği bence hayatını müzmin muhalif olmaya adamış, sadece eleştirmek için eleştiren birkaç kendini bilmez kişileri saymazsak sağladık bu dönemde, ABD’de yaşanan çuvallamaya bak görürsün, orada yaşanan temel sorun birlik ve beraberliğin olmaması.
Elif Sevil Orhanlı | Müzik Onair