Bir yandan çok kızıyor, eleştiriyor ama bir yandan da izlemeden duramıyoruz. Tuhaf bir şey… Gözünüz bir kere takılmayagörsün, ayrılamıyorsunuz başından ister istemez. Ne arasanız var çünkü. Hem şarkılar, türküler, hem şakalar, espriler, birbirine takılmacalar, hem hırs, rekabet, yerine göre entrika, hem de diz boyu ihtiras ve heyecan.
O Ses Türkiye’den bahsediyorum, evet.
Yakalanmazsam ne âlâ, ama eskaza yakalanırsam bir şekilde, ben de izliyorum elbette. Zaten izlemesem de yayınlandığı geceler Twitter’dan (en azından benim takip ettiklerimin yazdıklarından) ne olup bittiğini öğrenmek az çok mümkün oluyor. Mesele izlemek ya da izlememek meselesi değil. Ara ara da olsa izlemek lazım bence. Çünkü BBG başta olmak üzere, bugüne dek maruz bırakıldığımız tüm “reality-show”ların, yetenek yarışmalarının; özetle ana malzemesi sokaktaki sıradan insanlar olan televizyon şovlarının bize gösterdiği bir şey var. Ne mi? Biz! Farkında olarak ya da olmayarak, bir boy aynasına bakıyoruz o şovları izlerken. Ha beyaz camın önünde, ha içinde, hiç fark etmiyor. Anlatılan bizim hikâyemiz aslında. Nasıl mı? Şöyle ki…
Dönelim tekrar O Ses Türkiye yarışmasına. Ne güzel sesler duyuyoruz değil mi? Yarışmanın başka ülkelerdeki versiyonlarında da böyle. Bir şekilde sesini duyuramamış, kendini gösterememiş ama çok yetenekli ve çok hevesliler için bir çıkış kapısı olabilir mi? Kısaltılmış tek bir şarkıyla, o birkaç dakikada kendinizi gösterebilirseniz, evet. O kısmı biraz tartışmalı. Zaten Türkiye’de bu ve benzeri yarışmalardan öyle aman aman bir star da çıkmadı bunca yıldır. Çünkü müzik sektörümüz bir şarkıcıyı sıfırdan alıp zirveye çıkarabilecek güçte ve yeterlilikte değil. En azından bir süredir böyle bu ki bu da ayrı bir tartışma konusu. Yeteneği olanları bir kenara bırakalım şimdilik. Ya ihtirası, olmayan yeteneğinden önde gidenler?
Hani şu gittiği her mekânda peçeteye “Ben filanca şarkı söylemek istiyorum,” yazıp sahneye gönderen (genellikle de bunu kendileri için değil, arkadaşları için yapacaklardır; bahaneleri budur) ya da o kadar bile kibarlık etmeyip doğrudan sahnedeki şarkıcının elinden mikrofonu kapan, kırk yıllık arkadaşıymış gibi yanına gelip eşlik etmek isteyenler…
Hani şu İrem Derici’den tek eksiğinin arkasında zengin ve güçlü babaları, dayıları olmaması olduğuna kendini inandırmışlar (yine arkadaşlarının gazıyla tabii ki.) İki gitar tıngırdatıp, iki bilmem ne” studio” programı kurunca bilgisayarına, şarkı yazmaya başlayan, yine arkadaş arası toplantılarda yazdığı şarkıları söyleyip bu şarkılarla piyasayı sallayacağına dair arkadaş yorumlarına canı gönülden katılanlar.
Hani şu teneffüste sınıfta şarkı söylemekle, sahnede şarkı söylemeyi aynı sananlar… Hani şu şarkıcı olmak için “fırlama” ya da güzel/yakışıklı olmanın yeteceği sanrısına tamamen kendini kaptırmışlar.
Hangi birini sayacağını bilemedim. Daha da çok şey sıralayabilirim. Ama sadede gelelim…
O iş öyle olmuyor sevgili Türkiye. Sadece sesinizin güzel olması sizi şarkıcı yapmaz. Güzel olmanız da yapmaz. Ve ne acıdır ki yetenekli olmanız ve hatta eğitim almış/alıyor olmanız da yapmaz… Önce biraz zekâ… Hiç olmazsa biraz… Önce bir sesini ve görüntünü kaydet ve sonra dinle, izle mesela. Ben sahiden şarkı söyleyebiliyor muyum yoksa sadece karaoke mi yapıyorum? Şarkı söylerken nasıl görünüyor, nasıl duyuluyorum?
Biraz duyarlılık… Benden şarkıcı olur mu? Onlarca, yüzlerce, binlerce insanın önünde şarkı söyleyebilecek, onları etkileyebilecek güçte miyim? Cesaretim var belki ama gücüm var mı? Bu dışarı yansıyor mu? Nasıl görünüyorum sahnede? Kamera beni seviyor mu?
Biraz iç hesaplaşma… Beni izlemeye/dinlemeye gelen insanlardan ne farkım var? Bir farkım var mı? Olmalı çünkü, değil mi? Bir fazlam olmalı. O nedir mesela? Biraz sorgu sual…
Bakıyorum. İpini koparan gelmiş. Ama jüri öyle kibar ki… Milyonlarca izleyicinin önünde kimseyi küçük düşürmek istemiyorlar haliyle. “Sesiniz güzel ama bana enerji geçmedi,” filan diye kıvırıyorlar. Yani açık kapı bırakıyorlar. Öyle ki yarışmacı adayı kendini hiç sorgulamayacak. İlk fırsatta tekrar deneyecek. Çünkü kendinden bir yıldız çıkacağına emin. Jüri anlamadı. Ona göre öyle yani. Morali bozuldu ama inancı sarsılmadı. Değil kardeşim! Sen şarkıcı olma. Senden şarkıcı olmaz. Her şarkı söyleyenden şarkıcı olmaz. Ha ısrarcıysan çalış, çabala, uğraş önce bir. Kendini değiştir, şarkı söylemeyi öğren, sahnede durmayı öğren. Bir şey yap. Terin aksın biraz. Kimse durduk yere şöhret olmuyor. Kimsenin hayatı da bir gecede değişmiyor. Yok öyle bir şey. Bunu söylemek lazım yüzlerine… İbret olsun diye.
Bahis konusu yarışmada gördüklerim, gerçek hayatta gördüklerimden hiç de farklı değil aslında. Bu kifayetsiz muhterislik, bu herkesin her şeyi yapabileceğine olan derin ve sarsılmaz inancı, bu özgüven patlaması hayatın her alanında sıklıkla karşımıza çıkıyor artık. “Secret” ve benzeri öğretiler sayesinde bir şeyi elde etmenin yolunun sadece istemek olduğuna inanıyoruz nicedir. Çalışıp çabalamasak da olurmuş gibi geliyor. Oluyor mu peki? Sonuçlar ortada. Aynada görüyoruz.
Ben şahsen, yarışmada jürinin göremediğini, yani yarışmacının şarkı söylemeye başladığı andaki halini, tavrını, yüz ifadesini, mimiklerini ve jestlerini ekran karşısında görüyorum ya, o dakika veriyorum notunu. Gerçekten şarkı söylemek mi derdi, yoksa şarkıcı olmak mı, şöhret olmak mı, yoksa sadece yarışmada boy göstermek, ‘ya tutarsa’yı denemek mi? Hepsi o kadar açık ve net görünüyor ki… Katılanların hiçbiri bunları gizleyebilecek kadar profesyonel değil çünkü. Ve kamera bu, gözün göremediğini de gösteriyor pekala.
Yüzlerine söylemek lazım, evet… İbret olsun diye. Ve gerçekten bu işi yapabileceklerin yolunu kesmesinler, vakitlerini çalmasınlar diye… Bu ülkede birileri de ne kadar yırtınırsa yırtınsın, şarkıcı olamayacağını bilsin diye. Yani en azından ben jüride olsaydım derdim. Bu yazıyı da bunu demek için yazdım zaten.
YAVUZ HAKAN TOK, MÜZİKONAIR, KASIM 2014, İSTANBUL