Bu başlığın arkasından bir aşk yazısı gelecek sandınız değil mi? Yanıldınız tabi. Konumuz sitemizden de anlaşılacağı üzere hala “müzik”. Aşk adına konuşmayı ve yazmayı geçtiğimiz yıllarda bıraktım. :) Şimdi yeni şeyler söyleme zamanı. Müzik, ülkemizde bitmeye yüz tutsa da bizler onu ayakta tutmaya ve elimizden geldiğince yazmaya devam edeceğiz.
İlk yazımı, sevgili Naim Dilmener, “Müziğin bittiği şu günlerde Ece Gürsel’den bir manifesto…” olarak değerlendirmiş. Ben tam olarak bittiğine inanmasam da, ne yazık ki yavaş yavaş sona yaklaşıldığını görüyorum. Gerçi neye ve kime göre bu son? Oysa ben, yazılan güzel bir şarkı, tek kişiye bile ulaştıysa ve o kişinin kalbine dokunduysa kar sayıyorum. Neticede ortada bir emek var.
Bu, konserler için de geçerli. Sanatçı mekanı dolduramadığı zaman sahneye çıkmıyor, oraya gelen 50-60 kişiyi insandan saymıyor, alenen saygısızlık ediyor. Halbuki, sevgili Erkin Koray‘ın söylediği bir cümleyi, müzik yoluna girdiğimden beri, kulağıma küpe yapmışımdır. “Kuru kalabalıklar karşısında söylemektense, beni yürekten dinleyen bir kaç kişiye söylemeyi her zaman tercih etmişimdir.” der üstad. İşte bu asalete maalesef günümüzde az rastlanıyor.
Bitse de bitmese de hala sanat adına çırpınanlar, güzel işler ortaya koymaya çalışanlar da var. Gerçekten “müzik” yapanlar, bir de toplumun isteğine karşılık verenler var. Burada hangi tarafta duruyorsunuz asıl önemli olan o.
İşte o, sizin kimliğinizi belirleyen faktör. Kimlikle ne ilgisi var demeyin. Unutmayın ki, ne tarz müzik dinlediğiniz, kişiliğinizle alakalı önemli ip uçları verir.
Şimdilerde bakıyorum da akılda kalıcı eserler ortaya koyulmuyor. Sizce 20 yıl sonra bugün çalan şarkıları kimler hatırlayacak? Ama bizler 20 hatta 30-40 yıl önce çalan şarkıları hatırlıyor, bir yerde duyduğumuzda eşlik ediyor, hatta ve hatta biz sanatçılar hızımızı alamayıp, eski şarkıları yeniden derleyip kazanç sağlamaya çalışıyoruz. Dahası, bazı yapım şirketleri bile, Amerika’nın yeniden keşfedilmemesi gerektiğini, yeni şarkı yapmaktansa eski, zamanında hit olmuş, halen de herkesin bildiği bir şarkının yeniden düzenlenmesi için bizlere fikirler vermekte…
Yeni yazılan şarkıların “çoğunun” (tabi ki istisnalar kaideyi bozmaz) alt yapısının, sözlerinin ve daha birçok şeyinin yetersiz olduğu gözler önünde. Kalıcılıktan uzak, çabuk tüketilmesi için hazırlanmış, sezonu kurtarmak amaçlı yapılmış, anlamsız şarkı “alternatifleri“…
Nerede o eski şarkılarda ki altyapılar, sözlerde ki derinlik, yüreğimize işleyen nağmeler…
Eski bir şarkı duyduğumda, eski bir resme bakar gibi oluyorum ya da öyle bir gidiyorum ki geçmişe, hiç gelmeyecekmiş gibi… Şimdiki zamanda hiç olmamış, bu kaosun içine girmemiş, “onlardan” biri olmamış gibi hissediyorum… Bir Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Münir Nurettin Selçuk, Alpay, Tanju Okan ve nice gönlümüzde iz bırakmış değerlerimizi dinlemek aile albümünde, çocukluk, genç kızlık yıllarına bakmak gibi… Yaşadığın şehirleri, gittiğin okulları, edindiğin arkadaşları ve gönlüne koyduğun aşkları yeniden yaşamak gibi…
Ve ben ne zaman eski bir şarkı dinlesem, tekrardan yeşeriyor dallarım, umudum parıldıyor ufuktan, ilham perilerim gelip konuyor parmak uçlarıma, yazıyorum, yeniden yazıyor, yeniden söylüyorum kendi kendime, yoktan var olmaya çalışan eserlerimin kulağına şöyle fısıldıyorum;
“Beni bırakmayın notalarım, varsın olsun, herkes sussun ya da herkes hep bir ağızdan bomboş konuşsun, biz yine yazıp, yine yeni şeyler üretelim…
Elbet birgün, doğru yerde, doğru insanlarla, doğru melodiler altında, ayrılmamak, en önemlisi tarihe iz bırakmak üzere, buluşacağız…”
ECE GÜRSEL